11 Ağustos 2014 Pazartesi

Rüzgara Üfleyiş

Dün yine bir siyaset hengamesi yaşandı Türkiye'de. Önceki seçimlerin aksine hır gür olmadı. Kazanan kazandı kaybeden fair play çerçevesinde kazananı tebrik edip her şeyi sineye çekti. 

Buraya kadar tamam. Ancak bana asıl ilginç gelen şey ne biliyo musun? 

Artık bir umut belki kazanırız ümidiyle ortalarda dolanan, önceleri " enseyi karartmayın olum. Hiçbir şey belli olmaz." tarzı düşüncelerle ruhuna endorfin şırıngalayan kişileri neredeyse hiç görmemiş olmamız. Yani açıkçası ekmel beyin seçileceğine fütursuzca inanan tek kişi yine ekmel beyin kendisiydi dediğimizde abartmış olmayacağız.

Bakın daha da ilginç olan şeyler söyleyecem şimdi.

Şimdi siz ekmel beyin zaten seçilemeyeceğini kesin olarak bilen bu insanların niye bu adama %38-39 oy verdiğini merak etmiyorsunuzdur kesin Allah bilir. Ama merak etmelisiniz. Edeceksin güzel kardeşim edeceksin. Paşa paşa edeceksin. Gel buraya kaçma.

Senden olmayana zulmedip, ruhunu incitmemek için merak edeceksin. Ha eğer etmiyorsan da gönül rahatlığıyla ben müslümanlardanım diyemezsin sayın kardeşim diyemezsin. Önce bunu bir bileceksin.

Düşünsene adam kazanamayacağından emin ama yine de o adama oy veriyor.

Bak yobaz kardeşim. Özellikle sana yazıyorum bu yazıyı. Çünkü sen bu kitle içerisindeki en gırtlağı sıkılası adamsın. Sen varya isimle dalga geçersin, yıllardır aradığın kokuşmuş kimliğini kendi parti sempatizanlarından aldığın iki şak şakla naylondan yapılmış bir karakterle harman edersin. Sen var ya oturduğun yerde okey oynarken liderin laf etti diye hiç tanımadığın insanlara küfredersin. Hoşuna gitmiyor diye kendi düşüncenden olmayan insanları yine kendin gibilerin huzurunda hedef gösterirsin. Sen o kadar çirkinsin ki bu kişi çok yakınındaki bi kişi bile olabilir. Sen, facebookta, twitterda fikir özgürlükçüsü kesilip, başka fikirdeki adamların üzerini bir kalemde çizersin. Çünkü bu sensin yobaz kardeşim. Ve sen çok çirkinsin. 

Söylediğim gibi bu güruh, parti seçmeni içerisindeki iğreti bir güruhtur. Ve bunlar genelin imajını lekeler. Ancak genele hamledilemezler. Taşa atılmış tohumdur bunlar tabiri caizse. Farabi'ye göre nevabittirler.

Bu insan azmanlarına, bu neandertallere nefret kustuktan sonra asıl meseleye gelmek istiyorum sayın kardeşlerim.

Erdoganın neden sürekli kazandığı ve neden hiç kaybetmeyeceği konusuna değinmek istiyorum biraz da.

Bir kaç gün önce steve jobs'un bir konuşmasını dinliyordum. Gece üç civarı falandı. Tam uyudum uyuyacam bir mesele açıldı. IBM'(dünya'nın en büyük bilgi teknolojileri şirketi.) le alakalı bir soru soruldu. Muhabir, jobs'un en güçlü rakibi olduklarını, aralarında kıyasıya bir rekabet olduğunu bildiğinden manalı manalı sordu sorusunu. Gıcık edecek ya hani. Adamların fıtratında var aziz kardeşlerim.:))

Neyse lafı çok dolandırdım.

Adam "IBM'nin pazara girmesi apple için korkutucu oldu mu?" diye sordu. Çünkü IBM'nin 30 milyar dolarlık, apple'ın da 1 milyar dolarlık bir şirket olduğunu biliyordu.

Jobs, tabi ki olduğunu ancak ilk ürünlerinin sıradan bi şirketi batırabilecek derecede berbat olduğunu söyledi. Ancak IBM'nin piyasaya dahiyane bir yaklaşımla yaklaşarak kurtulduğunu ifade etti.

"Dahiyane bir yaklaşım...." 

Bakın bunu da bir dahi söylüyor.

"Başarılarının birçok insanın menfaatine olmasını sağlamışlardı. Sonunda onları kurtaran da bu oldu."

Bugün kahvehanelerde pişpirik oynayan Remzi dayıya da sorsan, Nişantaşı kafelerinde halkı aşağılayan fûlarlı zibidiye de sorsan Tayyibin seçimi nasıl kazandığını bi çırpıda söyleyiverirler sana. Evet aynı şeyi söylerler.

Derler ki:

"Adam halkın dilinden anlıyor. Onlarla aynı dili konuşuyor."

Mesele zaten nasıl kazandığı değil. Nasıl devam ettirebildiği.

Bugüne kadar gelmiş hiçbir siyasi parti 17 aralık sürecini bu denli kârla atlatamazdı. Hatta bırak kârla atlatmayı, anında tekmeyi yerlerdi.

Oysa hepimiz şahit olduk ki o iş öyle kolay olmuyormuş arkadaş. İki iki daha dört.

Bir kesimde soğuk duş etkisi, diğer kesimde bayram sevinci. 

Yani güzel kardeşim senin anlayacağın vatandaş elini vicdanına değil cüzdanına koydu. Ordan baktı olaya.

Sen hâlâ hırsız de, soyguncu de. Kim takar. Adam işini almış, arabasını almış, krediyle de eve girmiş... Şimdi bu adam, ne yaptıklarından kendilerinin de haberi olmayan muhalefet partilerine mi güvenecek.. Adam stabil ekonomi istiyor. Bu adam sen ne dersen de o tarafı karanlık görecek sayın kardeşim. Tüm sahip olduklarını yitirirken görecek kendisini. Her ne kadar başka parti geleneğinde yetişmiş olsa bile.

Psikoloji'de buna uzaklaşma-yaklaşma çatışması deniyor.

Partiyi belki sevmezsin ama yapacak da bir şey yoktur. Para kazanmayı da, suya sabuna dokunmadan huzurla hayat merhalelerini nihayetlendirebilmeyi de istersin.

Çünkü sen bu toprağın insanısındır ve tepki göstermen için anca yumurtanın kapıya dayanmasını gerekiyordur.

Yazımı bir şiirle bitirmeyi çok isterdim ama malesef hiç yeri ve zamanı değil.:) Umarım belli noktalarda bir fikir verebilmişimdir. Huzursuzluklar, beklentiler, nasıllar, niçinler hakkında..

Dediğim gibi; Türkiye' de (şu anı moment alarak söylüyorum), bir seçim üstüne seçim kazanan bir parti(%50) var, bir de artık iyiden iyiye enseleri karartmış bir kesim(%50) var. 

Ve Hemingway'in de dediği gibi "çanlar kimin için çalıyor." çok merak ediyorum.

Haydin selametle..





23 Temmuz 2014 Çarşamba

Sancı

Bir gün oturmuşum düşünüyorum. Yüzümü sağ hapazıma yaslamışım.. Bunca meşgalem bir bitse de rahat bir kafayla durmaksızın yazsam diyorum kendi kendime. 

Bir sürü sınav, tez, seminer... Bir sürü karmaşa..

Derken meşgaleler bitiyor ve rahatlıyorum. O gün istediğim tüm şartlara sahip olduğum havayı soluyorum artık. Oturup yazabilirim saatlerce..

Ancak bir şey oluyor...

Yazamıyorum..

Delicesine biriktirmişliklerim, binlerce olay ve yaşanmışlıklar varken tek bir bağlayıcı, yazma ihtiyacı hissettiren bir şey bulamıyorum. Belki de nereden başlayacağımı bilemediğimdendir, bilemiyorum.

Ve bende güçlü bir tecrübenin derin izleri izhar etmeye başlıyor.

Anlıyorum ki rahat bir hayat, insanın üretkenliğine karşı en büyük düşman..

Dertsiz tasasız insan, ihtiyaç duygusunu hissetmeyen insan üretemiyor.

Gündelik meşgalelerden başını kaldıramadığın anlar, üretken bir zihnin doğum sancıları aslında. Nietzsche olsaydı şimdi böyle derdi kesin.

Derdi tasayı övmüyorum elbette. Sado-mazo bir düşünce gafletine kapılmamak lazım durduk yere. 

Acıyı yüceltmek değil maksadım. Acı eşiğimizi yukarıya çekmek. 

Biz insanların doğduktan sonra kaptığı tesirli bir hastalık vardır. Bizler, hayata hep kendi merkezimizden bakarız. En çok biz üzülürüz, en çok biz seviniriz, en çok biz eziyet çekmişizdir, hep biz haksızlığa uğramışızdır, hep dürüst olan bizizdir falanfeşmekan..

Kendi hayatlarımızla o kadar çok meşgulüz ki, eziyeti de sevinci de sadece kendi hayatımızda ararız. Oysa günü birlik elli lira kazanayım diye beşinci katlara sırtında buzdolabı, yüz kiloluk demir-döküm sobalar taşıyan insanlar gördüm ben, yine aynı parayı kazanabilmek için tarlalarda yakıcı güneşin altında hoşafa dönmüş insanlar gördüm. Terminallerde sıcak havada yola çıkmak üzere olan otobüslere tek tek girip, ısrarla ellerindeki ürünleri satarak evlerine ekmek parası getirmenin derdinde olan insanlar, gece birlere kadar alış-veriş merkezlerinden evlerine dönemeyen kasiyerler gördüm.
Görmüş olduğum ve buraya yazabileceğim o kadar çok kişi var ki.. Eminim bu yazıyı okuyan her kimsen senin de hayatında böylesi garabetlere uğramış fakat farkedemediğin onlarca insan girmiştir güzel kardeşim benim. Muhakkak girmiştir.

Senden çok daha dertli, kıyaslanamayacak derecede mağlup ve keder dolu.. Onlarca insan..

Lafı burada çok dolandırmak istemiyorum daha fazla. Demek istediğim gayet net. Acıyı övmüyorum ama belli şeyler üretip, istikrarla daha fazlasını elde etmeye çalışmanın belli zahmetleri, eziyetleri olduğunu ifade etmek istiyorum en başında.
Sonra da bu zahmet ve eziyetlerin şu yeryüzünde yaşayan insanların birçoğunun yaşadığı sıkıntılar yanında bir hiç kadar olduğunu, en ufak bir sorumlulukta mahvolmuş triplerine girmenin yersiz olduğunu, yeni şeyler üretmenin sancısını yaşayan, kaygısıyla da ruhunu pişirmeye çalışan insanın acı mefhumunu ufak sıyrıklarla ilişkilendirmemesi gerektiğini söylemeye çalışıyorum. Dünyada onca mızrak ve ok yarası olan olan insan varken.

Umarım bir kımıldayışa sebep olabilmişimdir.

Esen kalın.

15 Temmuz 2014 Salı

Gürültü

Hayat garip.
Ne olursa olsun garip.
Zengin de olsan muhtaç da..
Başarılıyken de acınacak haldeyken de...
***
Ne yapacağını bilemezsin bazen. Kuvvetli bir evham bulutu ruhunu daraltır. Aldığın nefes bile ağır gelir. Hareketsiz bir şekilde, uzayda ağır ağır süzüldüğünü görürsün. Bir şey sıkı sıkıya sarmıştır seni, ne konuşsan boş, ne yapsan fayda götürmez. Gülemezsin de ağlayamazsın da.  
Öyle bir şey oturmuştur ki içine kendi ruhunda istenmeyen bir misafir gibisindir. Yani senin anlayacağın bombok bir durumdur.
İşte o berbat durum varya.. İşte o durum sandığımızın tam aksine olmamız gereken en ideal haldir aslında.
Ne inişi var ne çıkışı.. Kaybetme ihtimali de yok kazanma hırsı da.. 
Başarıdan sonraki istikrar arayışı da yok, yürek burkan kaybediş senaryoları da.

Aslında hiç yaşamamalıymışız değil mi? Dünyaya gelerek ilk ve en büyük hatayı yapmışız. 
Sahi ne işimiz var burada? 
Madem istediğimiz gibi mutlu bir yaşamın mimarı olamıyoruz intihar etmekten daha mantıklı bir yol kalıyor mu? 
Belki o koca kafalı filozofların dediği gibi; hayatı daha çekilir kılmak için acılardan kaçmaya çalışmalıyız. Bilemiyorum.

Neyse işte..

Bugün bir haber açıyorum, israilin bombardımana tuttuğu Filistini görüyorum. Acılı yüzler, insanoğlunun insanoğluna yapabileceği en acımasız görüntüleri görüyorum. Bu enstantanelerdekilerin müslüman olması da gerekmiyor benim üzülmem için. Ümmet ümmet diye yalandan feryat figan edenlerin üzüntüleri gibi de değil bu üzüntü. En derinden ben sarsıldım diyecek kadar da bir iddiam yok açıkçası, ancak bir garip hissettirdi bana kendimi. Nasıl desem? Suçlu gibi..

Kaybetmemek için uğraştığım, delicesine inandığım vicdan denen o erdem yüzünden biliyorum.

Delicesine inandığım bir diğer erdem de ne biliyor musun?

Adalet..!

Güçlü tarafın irade ettiği eylemler zayıf tarafın iradesindeki eylemlere baskın geldiğinde dünya düzenindeki insan ürünü adalet de komik duruma düşüyor.

Milyarlarca insanı güldürmeyen çirkin bir espridir dünyadaki adalet.
Düzene çomak sokan eğilmez başlarındır hüküm ve dirayet,
Ve inayet,
Derinden isteyenleredir.

Kin, nefret, kusmayacağım hiçbir ülkeye. Herkes aynı yeryüzünün konargöçer misafiridir en nihayetinde. Yapılanların bir gün gerçek bir alemde, gerçek bir adalet dağıtıcısının huzurunda temin edileceğinden şüphe etmiyorum hiç.

Ancak eğer Rahman diyorsak ona, bir sebebi var da diyoruz öyle değil mi? Onlara nasıl güç ve iktidar veriyorsa bize de verecektir. Başkalarından bekleyip durduğumuz şeyleri aynanın karşısında kendi yüzümüze karşı söylemekten bahsediyorum, üzerimize mâl etmemiz gereken evrensel sorumluluklardan bahsediyorum. Çünkü o, inayetini lütfedecekse istememiz lazım.

Eğer yaşadığımız şu dünyada güçlü insan iradesine dayalı bir adalet yapısı varsa onu yıkan ve üzerinden aşabilen bir insan olamadıkça tam bir kişi olamayacağımızı, bu niyeti bile gütmedikçe hep inancımızın bir yerlerinde eksiklikler yaşayacağımızı biliyorum. Yoksa en başta da dediğim gibi uzay boşluğunda hareketsiz bir meta gibi ağır ağır savrulmak en iyisi.

Yer altından sevgiler.

11 Mayıs 2014 Pazar

Akıl Yangını

   Şu hayatta herkesin muhakkak kendini hareket ettirici birtakım totemleri veya mottoları vardır değil mi?

   Eğer ben şöyle olursam, şunu başarırım, böyle olduğum için bunlar oldu vs. gibi...

   En azından süreğen yaşamında elde etmek zorunda olduğu birtakım şeyleri olan insanların muhakkak yaptığı bir şeydir bu. Farketsek de farketmesek de bir takım hareket ettiricilerin dürtüklemeleriyle kazanımları elde ederiz.

   Bilgiyi, parayı, oyunları, cedelleri, eşi ve hatta kumarı bile...

   Birtakım düşünce iteleyişleriyle elde ederiz.

   Arkasında sosyal yaşantılarımızdan öğrendiğimiz bilgi birikintilerimizle gizli bir şekilde yönetir bizi bu dürtüler.
   Bazen dilimizin ucuyla söyleriz, bazen içimizden geçiririz, bazen hissederiz, bazen sezeriz, bazense hiç umursamıyor gibi görünsek de zebercet bir tavır takınırız falan filan..

   Ama her gün gerçekleştirdiğimiz temel ihtiyaçlarımız kadar duyarsızlaşmışızdır bu konuya.

   Kendimize bizi ne harekete geçirir diye çok nadir sormuşuzdur.

   Çünkü ya var olan potansiyelle kazanıyoruzdur ya da kaybedişin derin üzüntüsüyle kendimizi yiyiyor bitiriyoruzdur o sıra. Ruhumuzu meşgul etmek için her türlü enstrümana sahibizdir işte.

   Bir de üstüne küreselleşme dedikleri kesin, mutlak doğruları bayağılaştırıcı ve yozlaştırıcı mantalite dünyaya kitle iletişim araçlarıyla hakim olmaya yüz tutunca herkes kendi inancını sığ bir gelenek kalıntısı olarak görmeye başlamasın mı?  En dindarı bile bu derin taarruzla abandone olur.

   Tuhaf olan küreselleşme, postmodernite gibi akımlarla birlikte geniş bir özgürlük ortamına kavuşuyormuşuz gibi görünsek bile bu özgürlük içerisinde bir köleden farksız oluşumuz. Kendi doğrularımızı oluşturup, savunmaktansa sadece onay aldığımız taraflarımızı geliştirmemiz. Yoksa yalnızlığa itilmekten korkmamız..

   Oysa herkes eskinin kralları gibi özgür seçim yaparken ancak ayakları zincirli, gemilerden indirilen köleler kadar da çaresiz.

   Bize engel olan ne? Gelenek deyip burun kıvırdığımız, kocakarılara, boynu eğik ihtiyarlara mal ederek kendimize yakıştıramadığımız, yüz ekşittiğimiz inancımız mı?

   Bize varlık aleminde her şey olabilme imkanı veren bu mücevheri nasıl da kirli bir beze sarıp bataklıklara gömdüğümüzü farkedemiyor muyuz?

   İnancını yaşayanların bile dalga unsuru ya da daha fenası gösteriş budalası olarak lanse edildikleri bir gerçekliğin kıyı şeritlerinde geziniyoruz.
 
   En dindarların bile samimiyetini kaybettiği bir yere doğru gidiyoruz.

   Yaşantılarımız, yiyecek, içecek, kıyafet, seyahat, dostluk, aile vs. gibi tükettiğimiz her şey gibi tükeniyor; Hızlı ve donuk bir şekilde.. Renksiz ve rutubetlice..

   Anları kaydetme derdimiz, o anları iliklerimize kadar yaşama arzumuzun önüne geçti.

   netice???

   Mutsuzuz.

   Bir insan mutsuz olduğu bir şeyi niye yapar ki?

   Belki bedavaya doyurabildiği iştahlı egosundan!! Belki de davranışlarına hareket kazandıran o gizli dürtülerinden... Kim bilir...
 
   

 

27 Mart 2014 Perşembe

Şüphe

Uzun zamandır yazmıyordum.

Kendimi ülke gündeminin kompleks girdabına bırakıp halis bir kalple konuşana kadar susmayı ve bütün bu giriftleşmiş düşüncelere kulağımı kabartmayı tercih ettim.

Önyargımı tartışmasız kenara bırakacaktım.

Düşündüm düşündüm.. Hangi düşünceden girsem diye... Çok iyi biliyordum ki gündem serinlemedikçe hangi cümleyi kurarsam kurayım, bir tarafa atfedilecektim. Bu kesindi..

Şunu da iyi biliyordum ki herkesin yorum yapabildiği bir dönemde dezenformasyonların esiri olmamak içten bile değildi. 

Ve yine kesindi ki bu kargaşadan kurtulmanın yegane yolu düşüncemize uygun bir şeritten beşinci vites gitmekti. Çünkü gündem şüphe etmemizi kaldıramayacak kadar dumanlıydı bizim için.

Herkes kendini inandırdığı ölçüde kararlı görünüyordu. Asla diğer düşünceye saygı duymayacak kadar nettik hepimiz. Karşı gazatelere, tv kanallarına ve diğer her türlü yayınlara kulaklarımızı kapattık. 

Tünelin ucunu görmek mümkündü. 

Galiba biz sağlam sebeplerle bölünmüştük. Çünkü kaybolmuştu artık anlayış, tahammül, sevgi. Nefret doluyduk.

Sanrılarımız tutunduğumuz yaşam enerjimizdi. Kendimiz gibi düşünen insanlar tarafından onaylanmak temel mutluluğumuz, sırt kaşıyıcımızdı.

Nereye gidiyorduk biliyor musun?

Konuşmalarımızla duvarlarını ördüğümüz bir kafes dövüşüne..

Kafes dövüşünü kısaca anlatayım; aslında hiçkimsenin galip gelemediği, ancak bir tarafın kazandığını kabul ettiği bir savaştır. Kazanmak için bir tarafın ölmesi ve sana kazandığını hissettirecek coşkulu bir kalabalık yeterlidir. Ancak bir taraf ölmek için diğer taraftan daha suçsuz da değildir. 

Neyse.. 

Ve ben, orta yolda gitmeye çalışırken bir şey farkettim ki; böyle bir topluluğa otokritiğini yaptırtmaktan daha hayırlı hiçbir öğüt fayda vermeyecekti. 
Görüyordum işte anasını satayım... görüyordum yalan yok.

Elbette benim de bir takım protest görüşlerim var ve değişmediler. Onları ifade etmekten de çekinmedim hiç. Neyse.. bi önemi de yok zaten..
Ancak teneffüs ettiğimiz havada karşılıklı fikir teaddilerinin sakıncalı sonuçlar doğuracağının kokuları dolaşıyor.
Peşin hükümlüysen sayın kardeşim kusura bakma.. Kokuyu alamazsın..

En az bir kere tutunduğun görüşün yanlış olma ihtimali üzerinde bir düşün..

Düşün sayın kardeşim düşün..

Sevdiğin insanların ne diyeceklerini unut, korkma. 

Şu ağzına tükürdüğümün dünyasında hiçbir şey Allah kelamından daha değerli değil.

İki öz kardeşin bile farklı farklı düşündüğü bir ülkede kimse senin gibi düşünmek zorunda değil. 

Anlaman gereken nokta, sözüne itimat ettiğin adamların yanılıyor olabilecekleri ihtimali. 

Bil ki Kur'an, bir çok yerde senin, benim acziyetimizi yüzümüze vuruyor.

Kusurluyuz işte sövdürtme bana şimdi kayınvalidene.

Düşün şu ihtimali. Bil ki ne kadar haklı olduğunu düşünüyorsan o kadar yanılıyorsun. Kitap cahilsin diyo, zalimsin diyo,  ne kadar da az düşünüyosun diyo... 

Hani vardır ya bir şey yaparsın, son derece de eminsindir yaparken. Bir müddet sonra pişman olursun yaptığına. 'Lan' dersin 'ne kadar da aptal mışım be.'

Ha evet işte o..

Onu şu hayatta illaki yaşarız.. 

Ne zaman olacağını ve sonuçlarını kestiremeyiz ama..

Kulak kesil ve şüphe et.



1 Şubat 2014 Cumartesi

Din olmadan ahlak olur mu sorunsalı

Bir örnek üzerinden gidelim.

Mesela isveçte okullarda ve normal hayatta toplumsal ahlaki kuralların dini kuralların yerine kullanıldığı biliniyor. 

İstatistiklerde de yıllık suç işleme oranları en düşük olan ülkelerden bir tanesi.

 Ülkede tüm değerlere saygı gösterilen bir özgürlük anlayışı var. Ekonomik refahın bir getirisi olarak da düşünebiliriz bunları belki ama tüm bunlara dayanarak da ahlakın din olmadan da gerçekleşebileceğini her yer için söyleyemeyiz. 

Öncelikle bu ülkenin geleceği hakkında net bi çıkarımda bulunamayız. Çünkü toplumsal şartların nasıl bir değişime sebep olacağı geçmişten bir örnek yoksa öngörülemez sosyologlar tarafından. 

Orta doğu ülkeleri gibi ülkeler açısından baktığımızda, abd gibi çoklu inanç sistemlerinin olduğu ülkelere baktığımızda bu ülkelerdeki temel birleştirici unsurun din olduğunu görürüz. Hayatları ne kadar yozlaşmış olsa da insanların kiliselere, camilere, havralara ne kadar düşkün olduğunu görürüz.

Birisi çıkıp da din yerine ahlak kurallarını hakim kılmaya çalışsa bu medeniyetler helak olan kavimlerin geçirdikleri son evreleri hızlı hızlı geçirip neticelerine ulaşırlar. 

Yani demem o ki din olmadan ahlak olur mu? Evet, istisna da olsa şu an yer yüzünde böyle bir yer var ve mümkün. Ancak genel olarak baktığımızda ahlakın tek başına birleştirici bir etkisi olmadığı için dünya açısından mümkün görünmüyor.

Bir kere hangi ahlak? Neye göre kime göre.. diye karşı çıkılması çok makul bir eleştiri olur bu önermeye. Afrikada bir kabilede aileler, kızlarını verecekleri damat adaylarında öncelikle hırsızlık niteliğini arıyorlar mesela. Bu ahlaki özelliği genele uygulayabilir misiniz? Hayır tabiki de. 

Aslında olaya dikotomik yaklaşmayınca çok rahat anlaşılıyo bu mesele. Vesselam.

17 Ocak 2014 Cuma

Abese İrca

Saçmaya indirgeme demektir. Latincesi: redüktü absürdün'dür.

Örn: Adam gider, der ki; Tanrı'nın madem her şeye gücü yetiyor, o halde kaldıramayacağı bir taş yaratsın da biz de görelim. 

Tam bi iki ucu boklu değnek afedersiniz.

Çünkü diyelim ki tanrı bunu yarattı. O zaman kendi gücünü sınırlandırmış olmaz mı? O halde niye yaratsın ki? Çünkü tanrı olmasının sebebi, her şeye gücünün yetiyor oluşudur. Çelişkiyi hissettiniz değil mi?

Aslına bakarsanız kendi düşüncelerimizi haklılaştırmaya çalışırken ve biraz da parlatma gayesini taşırken farkında olmadan yaparız bunu. Düşüncelerimizin en yakışıklı göründüğü an, takdir edersiniz ki salaş, derme çatma fikirlerin arasında göründüğü andır. 

Atıyorum amerikalıları aşağılayacaksınız. Dersiniz ki; 
- ya olum, sabah akşam hamburger yemekten beyni aşınmış adamların ya, bunlar mı dünyayı yönetiyo ya

Bana biraz şey gibi geliyor bu mesele. Küçük düşürmeye çalıştığınız mantalitenin en zayıf halkasından darbeyi indiriyorsunuz ve o an için yalancı bir galibiyet hissediyorsunuz. Yani ne bileyim.