11 Mayıs 2014 Pazar

Akıl Yangını

   Şu hayatta herkesin muhakkak kendini hareket ettirici birtakım totemleri veya mottoları vardır değil mi?

   Eğer ben şöyle olursam, şunu başarırım, böyle olduğum için bunlar oldu vs. gibi...

   En azından süreğen yaşamında elde etmek zorunda olduğu birtakım şeyleri olan insanların muhakkak yaptığı bir şeydir bu. Farketsek de farketmesek de bir takım hareket ettiricilerin dürtüklemeleriyle kazanımları elde ederiz.

   Bilgiyi, parayı, oyunları, cedelleri, eşi ve hatta kumarı bile...

   Birtakım düşünce iteleyişleriyle elde ederiz.

   Arkasında sosyal yaşantılarımızdan öğrendiğimiz bilgi birikintilerimizle gizli bir şekilde yönetir bizi bu dürtüler.
   Bazen dilimizin ucuyla söyleriz, bazen içimizden geçiririz, bazen hissederiz, bazen sezeriz, bazense hiç umursamıyor gibi görünsek de zebercet bir tavır takınırız falan filan..

   Ama her gün gerçekleştirdiğimiz temel ihtiyaçlarımız kadar duyarsızlaşmışızdır bu konuya.

   Kendimize bizi ne harekete geçirir diye çok nadir sormuşuzdur.

   Çünkü ya var olan potansiyelle kazanıyoruzdur ya da kaybedişin derin üzüntüsüyle kendimizi yiyiyor bitiriyoruzdur o sıra. Ruhumuzu meşgul etmek için her türlü enstrümana sahibizdir işte.

   Bir de üstüne küreselleşme dedikleri kesin, mutlak doğruları bayağılaştırıcı ve yozlaştırıcı mantalite dünyaya kitle iletişim araçlarıyla hakim olmaya yüz tutunca herkes kendi inancını sığ bir gelenek kalıntısı olarak görmeye başlamasın mı?  En dindarı bile bu derin taarruzla abandone olur.

   Tuhaf olan küreselleşme, postmodernite gibi akımlarla birlikte geniş bir özgürlük ortamına kavuşuyormuşuz gibi görünsek bile bu özgürlük içerisinde bir köleden farksız oluşumuz. Kendi doğrularımızı oluşturup, savunmaktansa sadece onay aldığımız taraflarımızı geliştirmemiz. Yoksa yalnızlığa itilmekten korkmamız..

   Oysa herkes eskinin kralları gibi özgür seçim yaparken ancak ayakları zincirli, gemilerden indirilen köleler kadar da çaresiz.

   Bize engel olan ne? Gelenek deyip burun kıvırdığımız, kocakarılara, boynu eğik ihtiyarlara mal ederek kendimize yakıştıramadığımız, yüz ekşittiğimiz inancımız mı?

   Bize varlık aleminde her şey olabilme imkanı veren bu mücevheri nasıl da kirli bir beze sarıp bataklıklara gömdüğümüzü farkedemiyor muyuz?

   İnancını yaşayanların bile dalga unsuru ya da daha fenası gösteriş budalası olarak lanse edildikleri bir gerçekliğin kıyı şeritlerinde geziniyoruz.
 
   En dindarların bile samimiyetini kaybettiği bir yere doğru gidiyoruz.

   Yaşantılarımız, yiyecek, içecek, kıyafet, seyahat, dostluk, aile vs. gibi tükettiğimiz her şey gibi tükeniyor; Hızlı ve donuk bir şekilde.. Renksiz ve rutubetlice..

   Anları kaydetme derdimiz, o anları iliklerimize kadar yaşama arzumuzun önüne geçti.

   netice???

   Mutsuzuz.

   Bir insan mutsuz olduğu bir şeyi niye yapar ki?

   Belki bedavaya doyurabildiği iştahlı egosundan!! Belki de davranışlarına hareket kazandıran o gizli dürtülerinden... Kim bilir...